24 Aralık 2014 Çarşamba

KUR’AN AYETLERİ ARASINDA KÜÇÜK BİR GEZİNTİ

Hassas bir konu olunca bu yolu seçtim. Ayrıntılı bilgiyle uzun olacağı muhakkaktır. Otuz yılı aşkın Fransızca konuşan ve ülkemizi çeşitli nedenlerle ziyaret edenlere rehberlik ettim. Sorularını karşılıksız bırakmamak için bilgilenmek gerekliydi. Hele başlarında konferansçı uzman prof., papaz olan inanç turizmi programlarıyla gelen gruplar karşısında başım dik rehberlik yapacaksam, ona göre hazırlıklı olmalıydım. Bu arada onlardan da çok şey öğrendiğimi belirtmeliyim. Farklı inançlar söz konusu olunca dinî bilgiler gerekliydi. Kur'an tefsirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır (7 cilt), Prof. Süleyman Ateş (6 cilt), Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk (Ayetlerin iniş sırasına göre Türkçe Kur'an), Hakkı Yılmaz (11 cilt. Ayetlerin iniş sırasına göre Tebyin-ül Kur'an) ve konuyla ilgili yayın ve yazılarla edindiğim birikimlerimi sizlerle de paylaşmak isterim. Eğer daha fazlasını okudu iseniz, artı bilgilerinizi her zaman öğrenmeye hazırım.

                Özetle Kur’an, 610-632 yılları arası (23 yılda) nazil oldu. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatının son 7, kimine göre 11 gününe kadar devam etti.  Ama ne yazık ki; kitap haline (Mushaf) getirilişi Zeyd İbn Sabit başkanlığında Halife Ömer'in ısrarıyla, ilk Halife Ebubekir zamanı (2 sene 3 ay)'ndadır. Daha sonra 3. Halife Osman zamanı (12 sene)'nda toplanıp yeniden düzenlenip çoğaltıldığı ve diğer nüshaların yakıldığını (!) biliyoruz. Hz. Ali'nin elindeki Mushaf'ı vermediği ki, - iniş sırasına göre olduğu söylenir-, ama daha sonra Kerbelâ olayında o da yakılmıştır. “Hakem Olayı” diye bilinen hileyle, hatta oyuna getirme ile halifelik Hz. Ali'den sonra I. Muaviye’yle Emevilere geçmiş ve seçimle halife olma devri kapanmış, babadan oğula geçen Sultanlık haline gelmiştir; maalesef!

                Kur’an’a ilgi Batı dünyasında 800’lü senelerde başlamış; Bizanslılarla ilk tercümesi yunanca olmuştur. Haçlıların ilgisi ile Lâtinceye tercümesi ise, 1143 yılında Robertus Ketenensis ile Hermannus Dalmata tarafından yapılmıştır. Amaçları, gelişen bu dünyayı bilmek, çözmek ve ona göre davranmak içindir. Hani deriz ya: “Aslında her şey Kuran’da var, yabancılar (Avrupalılar) okumuş, anlamışlar ve ileri gitmişler!!! Lâtince’den sonra 1574’te Andrea Arrivabene tarafından İtalyanca’ya, 1647’de Fransa’nın Mısır konsolosu André du Ryer tarafından doğrudan Arapça’dan çevrilmiştir. Rusça’ya da 1716 yılında Piotr Vaslyevitch Pastnikov Fransızcasından çevirmiştir.

                Gelelim biz Türklere: Nüshaların en eskilerinden sayılan1334 yılında Şirazlı M. Bin Hâc Devletşah tarafından çoğaltılan Oğuz Türkçesiyle tercümesidir. Farsça tarzındadır. Türk İslâm Eserleri müzesinde kayıtlıdır. Osmanlı döneminde bırakın Türkçeye tercümeyi, matbaa keşfinden neredeyse 300 sene sonra Macar asıllı İbrahim Müteferrika ile kullanılmaya başlanmış, ama Kur’an çoğaltılmasına bile izin verilmemiştir. Gerekçesi gariptir: İşi Kur’an da yazmak olan hattatların korunması!? Zaten okuma yazma bilenlerin oranı Cumhuriyet kurulduğunda bile yüzde onun altına idi. Hele kadınlarımızda!? Tanzimat dönemi ile başlayan milliyetçilik akımlarıyla Kur’an’ın Türkçeye çevirme çalışmaları ilgi görmüştür. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Ahmet Cevdet Paşa, Bereketzâde İsmail Hakkı gibi birçok âlim Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesinin zaruri olduğunu belirtmiş ve teşebbüsler başlamıştır. Ama gel gelelim, bazıları da karşı çıkmıştır. Hatta bunların başını çeken son Şeyhülislâm Mustafa Sabri inadına Arapça bir “Risale” (Tercemet-il Kur’an) yazmıştır. Şimdi bir düşünün. Gayrî Müslimler (Eli gâvûru!) bizden önce okuyup anlamak için bizden önce işe başlamış, biz ise hala abdestsiz dokunulmaz diyerek evlerimizdeki Arapçasına erişilemez (!) bir yer duvarda süs olarak, özel işlemeli kılıflar içinde bize faydasını beklemişizdir. Artık çok şükür ki; çoğumuz okuma-yazma biliyoruz. Özel alan eğitimiyle çok azımız Arapça okumayı öğreniyoruz ama, anlamaya gelince, o da yok. Bütün insanlık okuyup anlayacaksa Arapça mı öğrenmesi gerekir?! Allah bizi niye ayrı milletlere böldü. İsteseydi hepimizin dilini Arapça yapardı. “Eğer Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı. Ama birbirleriyle tartışmaya devam edeceklerdir. Hûd-118. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık… Hucurat-13.”

Yahu biz ne, nasıl Müslüman’ız? Bir tek Kelime-i Şahadet, o da ağdalı, tecvitli bir biçimde Arapça söylenecek. Tamam. Ondan sonra İslâm’ın, imanın, abdestin, v.b. 32 mi istersin 54 mü, farzları ve rek’atları çoğaltarak, ne kadar çok secdede kalır, kendi kendimizi camiye uzun hapsetme yarışına girersek, üstelik ne dediğimizi bilmeden, ritüelleşmiş hareketlerle, daha imanlı olacağımızı mı sanıyoruz!?. İslâm olmak, Kur’an’ı okuyup anlamak ve ona göre hareket etmek değil miydi? İlk inen ayet ne? Alâk suresi-Oku! Ama şu anki Kur'an'da 96.sırada!? Bunun önemini, hem de birkaç yerde tekrar ettiğini görelim:

                - 2. sırada inen Kalem Suresi (şimdi 68.) 52. ayet: 0ysa ki, o Zikir (Kur’an) âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.

                - 4.sırada inen Müzemmil Suresi (şimdi 73.) 4.ayet:.. Ve Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!

                - 47. sırada inen Şuara Suresi (şimdi 26.) 195.ayet: Açık-seçik Arapça bir dille indirdi (=anlayacağınız dilde)

                - 53. sırada inen Yusuf Suresi (şimdi 12.) 2.ayet: Biz O’nu sana aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur’an olarak indirdik.

                - 59.sırada inen Zümer Suresi (şimdi 39.) 27-28. ayetler: Ve ant olsun ki; Biz onu öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir Okuma olarak takvalı davransınlar diye, bu Kuran’da her türlüsünden örnek verdik.

                - 61.sırada inen Fussulet Suresi (şimdi 41.) 3. ve 44. ayetler: Bilgi ile donanmış bir toplum için ayetleri, Arapça Kur’an halinde ayrıntılı bir kitaptır bu. Eğer biz O’nu yabancı bir dilde Kur’an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: “Ayetleri ayrıntılı, anlaşılır olmalıydı. İster yabancı dilde, ister Arapça! De ki; - O iman edenler için bir kılavuz, bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır…

                - 63. sırada inen Zuhruf Suresi (şimdi 43.) 2. ve 3. ayetler: Apaçık kitaba ant olsun ki, Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir Kur’an yaptık.

                - 64.sırada inen Dühan Suresi (şimdi 44.) 58. ayet: İşte biz O’nu onlar öğüt alsınlar diye senin dilinde kolaylaştırdık.

                - Daha benzeri ayetler var. Ancak şimdilik bu kadarıyla anlıyoruz ki; Kur’an anlaşılmaz değildir. Yeter ki isteyelim. Ayetlerin iniş sırasına göre düzenlenmiş tefsirler var. Hakkı Yılmaz’ın Tebyinül Kur’an meali gibi.. Önce O’nu bir okuyun. Yetmez! En az üç değişik meal okuyalım. Görelim ki; “Kitab’ı sana indiren O’dur. O’nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir (hüküm içerenler). Ki onlar Kitab’ın anasıdır.     

Diğer ayetler ise müteşabihtir. (geçmişten ders alınması için tarihten örnekleme yapmak içindir. Nuh Tufanı, Lût kavminin yaşadığı felâket, gibi.. Geçmişte olanları anlatır. Hani deriz ya “teşbihte hata olmaz”)

                Müslüman isek, kitabımız Kur’an. Okuyup anlamak ve ona göre davranmak zorundayız. Ondan sonra namaz kılarken, Kur’an’dan herhangi bir ayet, meselâ 92. sırada inmiş olan Nisâ suresi (şimdi 4. sırada)nden 11. veya 176. ayetini okuyacak mıyız?! Ama imam hutbede okur. Bize hatırlatmalar yapar. Ama 87. sırada inmiş Bakara suresi (şimdi 2.sırada Hicretten sonrakiler Medine ayetlerindendir)nden 221. 222. yani 241. ayetlere kadar namaz kıldırırken okur ve siz de tasdik ederseniz, sonucu imamın ba-şına!.. Ama dua niteliğindeki ayetlere eyvallah! İllâ da Kur’an’dan bir ayet okuma şartı bile yoktur. Namaz, niyaz sözcükleri Farsçadan dilimize geçmiştir. Dua etmek, yakarmak anlamınadır. Kur’an’da “salât” olarak geçer. Namaza başlarken niyetlenirken “Niyet ettim, Allah rızası için Sabah namazının farzını kılmaya diyoruz. Türkçe. Sübhâneke ve iki rekât sonunda oturunca okuduğumuz “Ettehiyyâtü Kur’an’dan bir ayet değildir. Arapça duâdır. Dua okumakla olmaz. Dua edilir. O bir başka konu olarak tartışılabilir. Gelelim biz Kur’an’ın şimdiki ayetleri niçin sırasına göre değildir?! Sakın ola ki, hala dokunmamak ve durumu korumak adına “yok Cebrail geldi, şöyle sırada olacak diye düzeltti. O okudu peygamber dinledi. Peygamber okudu o dinledi. Sırası öyle belirlendi! Bir sürü de dayanaksız internet siteleri açmışlar ve illâ da anlaşılmamasında inatla iddialarını sürdürsünler. Haşa! Allah sırasını mı şaşırmıştı?! Hakkı Yılmaz’ın şu açıklamasını hatırlatmakta fayda var: Kadr suresinde, -enzelnâhu- ifadesindeki - hu (o) zamirinin mercii, bu sureden önce 24. Sırada inmiş olan Abese-11.ayetindeki  tezkiretün (=öğüt) ve 23.sırada inmiş olan Necm - 59. ayetindeki hadis sözcükleri ile kastedilen Kur’an’dır. Yani sureyi anlayabilmek için, önce Abese okunmalıdır. Aksi halde, - enzelnâhu- ifadesi - hu (=O) zamiri herhangi bir yere bağlanmaz ve  - hu (o), zamiri ile kastedilenin ne olduğu bilinmez. Ne yazık ki; iniş sırası 25 olan Kadr suresi halihazırdaki Kur’an’da 97. sırada, 24. sırada inen Abese suresi 80. sırada, ondan önceki, yani 23. sırada inmiş olan Necm suresi, şimdiki Kur’an’da 53.sıradadır.??!! Biz asıl kaynak olan Kitab’ı anlamak yerine 6 bin küsür ayetin 3 tane örtünme konusunu işleyen (Araf-26, Nur-31, ve Ahzâb-59) ayetlerini, takvalı olma ile ilgisi olmamasına rağmen en önemli sayarak, kul hakkı, yetim hakkı ve kamu mallarına verilen önemi unutmuşuz. Şimdilik bu kadar, diyelim. Devam edeceğiz. Sizler de gelecek sohbete kadar en azından bir kısım sureleri okumuş ve anlamış olacaksınız; umarım.

BALKAN TURU

Sevgili meslektaşım Mehmet Tahir ile uzun zamandır kurguladığımız Balkan turunu Nisan’ın ilk yarısında gerçekleştirdik.
Evlâd-ı Fatihanlar yurdu Rumeli’yi elbette ki görmek tarihte en acı sayfalardan, eskilerin deyişi ile “93 harbi” sonunda, nasıl oldu da birdenbire Balkanları kaybettiğimizi anlamak açısından çok önemlidir.
Gördüklerimi çok kısaca özetlemek istiyorum:
30 Mart mahalli seçimlerin ardından 31 mart sabahı erken saatte Saraybosna’ya vardık. Otelimizde Valide Hanım bizi çok sıcak karşıladı. İkramda bulundu. Bu misafirperverlik bize yol yorgunluğumuzu unutturdu. Eşyalarımızı bırakıp şehri keşfe çıktık. Saray Bosna İstanbul'dan sonra Osmanlının en önemli şehriydi. Son acımasız savaş (1993-95) şehrin büyük kısmını mezarlığa çevirmiş. Ama Osmanlının izleri silinememiş tabi.
Aliya İzzetbegoviç’in de kabrinin bulunduğu Kovaci mezarlığını gezdik. Tepeden şehri temaşanın ardından ünlü Sebil, Başçarşı, Bezistan, Gazi Hüsrev külliyesi, Ferhadiye caddesi, İsa Bey camisi başta bir çok önemli eseri gördük. Bu arada Galatasarayda başarılı Boşnak oyuncu Tarık Hodjiç’'le karşılaştık. Gururla dalgalandırdığı GS bayraklı kebapçı dükkânında sohbet ettik. Tabi ben FB'li olarak bize attığı gollerin hesabını sordum!
Akşam Morica Han’da kahvelerimizden sonra ertesi güne dinç kalkmak için erken uyuduk.
Ünlü Mostar köprüsünde (93’te yıkılan ve 2003'te tekrar Türkiye tarafından yapılan) ve çevresinde gezi, öğle yemeği ise Neretva nehri kıyısında Saru Saltuk Alperenler tekkesini gören bir yerde alabalık menüsü yendi. Poçitel (son Türk köyü) kalesi, Şişman İbrahimpaşa camisi ve han-hamamları gezisinden sonra Adriyatik kıyısında Hırvatistan’ın Şibenik kasabasına vardık. Bu iyi korunmuş Ortaçağ kentinde geceleme ve geziden sonra Primosten ve Trogir gezileriyle Split’te hedeflediğimi imparator Diyoklesiyen’in yazlık sarayını gördük. Makarska'da  biraz oyalandıktan sonra Bosna Hersek’in denize açılan Neuma şehriyle aynı gün içinde Boşnak ülkesine girdi-çıktı yaptık ve Dubrovnik’e vardık. Dünya mirası listesindeki bu şehri gecesi ve gündüzü ile tanıdık.
Ertesi gün Karadağ’a geçtik. İlk şehri Hersec Novi’yi, ve sonra ünlü Kotor şehrini, -ki o da Unesco'nun Dünya mirası listesinde-, gezdikten sonra 1749m. Lovcen geçidi aşarak küçük başkenti Çetinye’ye ulaştık. Oradan deniz kıyısındaki ünlülerin yazlık kenti Budva’yı bekletmedik. Şehrin eski ve yeni yüzü bizim keşfimiz için bekliyordu. Ertesi gün ünlü ada-otel Stefi Stefan’da kalamadıysak da görüntüleyerek Karadağın son Arnavutuk’a girmeden önceki şehri Ülgen’i gezdik. Şaşırtıcı sayıda camiler dikkatimizi çekti.
Arnavutluk İşkodra’sıyla bizi, sağanak bir yağmurla karşıladı. Kalesinden temaşa düşüncemizi dolayısıyla gerçekleştiremedik. Başkent Tiran’a girmeden önce, ülkeye tekrar bağımsızlığını kavuşturan İskenderbeg’in şehri ve müzesi için Kruye’ye saptık. Karnımızı da doyurduktan sonra Arnavutluk başkentini tanıma gezimize başladık. Enver Hoca’nın kapalı yönetim dönemini anlamaya çalıştık.
Büyük yapılarla çevrili İskenderbeg meydanı, Saat kulesi ve Ethembey camisi önemli  görülesi yerleri ince ince gezdik. Sonra Adriyatik kıyısındaki Draç şehrine vardık. Burası İstanbul’dan Roma’ya giden Via Egnetiya karayolunun sonu. Günlerden Pazar. Kalabalık arasına ilerlerken Türkçe duyurunun da yapıldığı Balkan Maratonuna Türk sporcuların da katıldığını anlıyoruz. Haliyle heyecanlandık. Sonra de geri dönerek Dünya mirası listesindeki bir başka şehir Berat’a yöneliyoruz. Osmanlı evleri ve köprüsü görülmeye değer yerler arasında. Çiseleyen yağmura rağmen Azize Meryem kilisesine kadar çıktık. Oradan ver elini Elbasan. Ama “Elbasan tava” yemek kısmet olmadı. Vaktimiz uymadı. Lokantalar şehir dışında imiş. Zeneli’de konakladık. Ertesi gün Kafasan kapısından Makedonya’ya girdik. Struga, şairler köprüsünden geçip şehri adımladık. Kemal’iyle ünlü Ohri'yi gezmeye doyamadık. Bir gece de orda kaldık. Zeynel Abidin ve Ali Paşa camilerini gezdik. Ünlü Çınar(!)’ı da gördük. İkonalarıyla ünlü kilisesi aziz Kleman sveti ve Ayasofya kilisesini de görmeden olmaz, dedik. Sonra da Resne. Ünlü İttihat ve Terakkicilerden Niyazi'nin konağını ve Kültür Evini gördük. Devamla Manastır’a vardık. Hamidiye Caddesi ve Atatürk’ün askerî liseyi okuduğu müzeye dönüştürülmüş Askerî İdadiyi gezdik. Bitola adıyla anılan bu şehirde, türküde olduğu gibi “Manastır’ın ortasında var bir çeşme” diyerek, ünlü çeşmeyi bulup suyundan içtik.
Ertesi gün yönümüz, Kocacık (Debre). Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey’in anı evini göreceğiz. Bir grup Türk öğrenci ve öğretmenleriyle sohbette duygulu anlar yaşadık. Gostivar üzerinden Kalkandelen’e devam ediyoruz. Makedonların Tetovo dedikleri bu şehir, köylümüz Hacı Abdullah'ın Balkan savaşında gittiği ve savaştığı başlıca şehirlerden. Dönüş yolunda Draç limanını kullanarak maceralı ve zorlu bir harekâtla gemiye bindiği yer ise Dürres diye biliniyor. Kalkandelen’de Harabatî Baba Tekkesini ve Adem’den bu yana Kur’an’da zikredilen 25 peygamberin ismiyle süslü ünlü Alaca Camiyi gördük. Oradan da ver elini Üsküp diyerek, Makedonya’nın başkentine vardık.
Üsküp anlatmakla bitmez. Hızla modernleşen bir şehir. Ancak tarihî dokusu yok edilecek gibi de-ğil. Büyük İskender’den tutun, babası 2. Filip, Goce Delcev, Rahibe Tereza (Arnavut asıllı Gonca Boycı)’ya kadar heykel ve anıtlar şehri süslüyor. Bunun yanında eski şehirdeki Osmanlı dönemi eserleri onarımları devam ediyor. Şehri ikiye bölen Vardar nehri üzerindeki Taş-köprü iki yakayı birbirine bağlıyor. Camiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar… Kapan Han’da öğle yemeğinde “güveçte kuru fasulye” ile ülkemizi de yâd ettik.
Ertesi gün programımız yoğun olunca erken yola çıktık: Merhaba Kosova. Başkenti Priştina’ya doğ-ru Kosova meydan savaşının olduğu yerdeyiz. Murat Hüdavendigâr savaşta galip geliyor. Ancak, sırp Obiliç tarafından hançerlenerek şehit ediliyor. Öldüğü yerdeki türbesinde, yaptığı anlamlı duayı okuyunca gözlerimiz doluyor. Oradan Kosova’nın en güzel şehri diyebileceğimiz Prizren’e geçiyoruz. Adeta bir Osmanlı Türk şehrindeyiz. Merkez camisi Sinan Paşa, Şadırvan mahallesinde Bestimi-Beska lokantası arkadaşım Tahir’in demesiyle “Buranın Beytisi” olarak bizleri mükellef, doyuruyor. Hem de çok ucuza!
Öğleden sonra İpek yolunda, özel Nato askerlerince korunan bir ortaçağ kilisesini pasaportlarımızı teslim ederek gezebildik. Sırp kralı Decanski’nin 1300’lü yıllardan kalma kilisesi. İpek (Mehmet Akif’in babasının doğduğu yer)’te Çarşı Cami diye bilinen Bayraktar Camisini de gezdikten sonra çaylarımızı içip yola koyulduk. Hedefimiz Sırbistan’ın sancağına, Novi Pazar’a gitmek. Ancak Kosova’yı tanımayan Sırbistan’a geçemediğimizden tekrar Karadağ tarafına geçerek girebileceğiz. Zorlu tırmanış başlıyor. Manzara bir o kadar dehşetengiz. Yağmurla, sisle başlayan tırmanış, karla devam ediyor. Pilâvdan dönenin kaşığı kırılsın, deyip, azimle yola devam ettik. 1700m. geçitten geçe-rek amacımıza ulaşabildik. Tamamına yakını Müslüman Boşnak Yeni Pazar, (Mirsat Türkcan’ın memleketi) Sırp yönetimi ile sorunlu. Güç belâ bulduğumuz otelin aldığı parayı hak ettiği söylenemez! Arabayla şöyle bir şehir turu attıktan sonra, Vişegrad’a yöneldik. Sokullu Mehmet Paşanın Drina üzerine yaptırdığı bu köprüyü konu alan romanı, İvo Andriç’e Nobel ödülünü kazandırdı. Ve nihayet onu da görmekten mutlu olduk.
Yönümüzü Saraybosna’ya çevirerek turumu-zun sonuna geldik. Uçağımızın kalkış saatine kadar vaktimizi, başında gezemediğimiz Umut Tünelini gezdik: Sırpların 1992-95 Savaşında şehri kuşatma altında tuttuklarından 800m'lik tünelle şehre yardım sağlanmış. 25m’si ziyarete açılmış bu tüneli savaşta günde 4000 kişi yardım içi kullanmış. Hunharlık maalesef bitmeyecek görünüyor.
Herkese barış dolu günler.
En derinden sevgiler.